14 Mart 2009 Cumartesi

BİR SABAH VAKTİ

        Deli Dumrul (Ressam Fikret Kol) 
     “Yürü, hür maviliğin bittiği son hadde kadar,
     İnsan âlemde hayâl ettiği müddetçe yaşar.”

     Yahya Kemal Beyatlı

     Okullar yeni açılmıştı, cıvıl cıvıl. Bu cıvıltıyı, bağırış ve çağırışları her okulda duyarsınız. Fakat bazı haykırışlar kederli, bazıları tatlı.
     Sonbahar bütün gücüyle borası, karı ve fırtınasıyla kuşatmıştı şehri. Kar yağıyor çimdik çimdik. İnce küçücük, zarif beyazlıklar dökülüyor önlüklere. Soğuğa, kara rağmen; okul yolunda hayat dolu sesler, sevinç çığlıkları.
     Çok geçmeden her yerde sessizliğin atlıları kol geziyor. Şehrin burçlarında sessizlik bayrakları dalgalanıyor. Kar dinmiş, beyaz örtüler kaplamış parke taşlı sokakları. Evlerin üstünde bile, çatılarını zorlayan kar yığınları.
     Okulun bahçesinde bir köşede, üç beş kişi toplanmış, karın yağdığı bu ilk günde, nedense kar topu oyununa katılmıyorlardı. Hepsi de dalgın ve aynı noktaya bakıyorlardı. İçlerinden biri, biraz büyükçesi, ellerine baktı. Üşüdüğünü anladı. Hohladı.
     - Hoh, hoh!
     Isınır gibi olunca hareketlendi, pardösüsünün yakasını düzeltti. Gözleri, kolundaki yamalığa takıldı. Ona göre kara bir lekeydi bu yamalık. Henüz delikanlılığa adım atmıştı. Gençti ve üstelik birini seviyordu.
     Hay aksi şeytan! Nerden çıkmıştı bu yamalık da şimdi?
     Gözleri bir daha sabitleşti. Hayâle daldı. Sabahleyin okul yolunu tutmuştu. Küçük bir çocuk geliyordu karşıdan. Gözleri, bu çocuğa takıldı. Bunu anlayan çocuk da, yanından geçerken Mete’ye baktı.
     - Saatiniz kaç ağabey?
     Mete saatine baktı, çocuğa döndü.
     - Sekize beş var!
     - Teşekkür ederim.
     Çocukluğunu hatırladı. Oldukça tatlı geçen günlerini, iki katlı evlerinin o andaki şen halini yeniden yaşadı.
     Ah şu zil, Mete’nin düşlerini dalda bırakan zil!
     Zavallı Mete. Bütün dalları delişmen baharda kırılmış, hayatta kimsesiz kalmıştı. Bu yüzden gözleri donuklaşmış, sanki her şey buz kesmişti gözünde.
     Okuyordu.
     Lisenin son sınıfındaydı şimdi. Oturduğu evin kirasını, arkadaşları aralarında paylaşıp ödüyorlardı. İyi yürekli ve dost canlısıydı arkadaşları. Ondan ayrılmıyor, ona yardım etmekten de zevk alıyorlardı.
     Derslerden bazıları boş geçiyordu. Mete, sınıfa girmedi. Yanındaki arkadaşları zille birlikte ayrıldılar, Mete’nin üstüne varmadılar. Mete, yüklü bulutlar gibiydi. Ağlamak geliyordu içinden ama “Erkekler ağlamaz ki!” diye düşünüyordu.
     Ta ötelere, daha uzaklara doğru baktı. Belediye işçileri karın kapattığı yolları açıyorlardı. Arada bir içlerinden biri ısınmak için avucuna hohluyor.
     Mete sığındığı çam ağacının dibinden ayrıldı. Yürüdü, gitti. Bu koca dünyanın baştan sona boş olduğunu düşündü. Bu koca dünya ona hiç de sevimli gelmiyordu. Bir pastanenin önünden geçerken, arkadaşı Şükrü’yle karşılaştılar. Sessizce bakışıp, tokalaştılar. Konuşmuyorlardı ama sezdirmeden birbirlerini kolluyorlardı.
     Yürüdüler, dar bir sokakta kaybolup gittiler.
     Şükrü’nün kaldığı eve geldiler.
     Şükrü, mangalın küllenmiş ateşini eşeledi. Soğuktu. Fırtına çıkmıştı. Her esişte pencerenin camlarını yerinden oynatıyordu. Çerçeveler sarsılıyor, kırılacak gibi oluyordu.
     Mete, havasında değildi. Canı sıkkındı. Gözlerinden iki damla yaş süzüldü. Aklına oracıkta geleni söyledi:
     - Güldüler, yaşadılar ve oynadılar;
     Boyasız kaldığı halde zarlar.
     Şükrü, sordu;
     - Yeni bir şiirin mi bu?
     Kendi sesini, kendisi duydu. Olacak gibi değildi. Derin derin içini çekti. Deminden beri eğik tuttuğu başını kaldırdı, Mete’yle göz göze geldi.
     - Ne oldu Mete? Neyin var? Bir şey anlamıyorum. Hâla onu düşünüyorsun değil mi?
     Mete sadece;
     - Evet, diyebildi.
     Sustular. Küçük odada, fırtına seslerinden başka hiçbir ses yankılanmadı.
     Mete, karın yağdığı bütün zamanlarda hep böyle olurdu. Yine karlı bir kış günüydü. Her yer beyaz örtülerle kapanmıştı. Evdeydi. Canı gibi sevdiği, ona büyük bir ümitle bağlandığı Yıldız’ı gidiyordu bu şehirden. Olanı biteni görebilmek için, penceresinin perdesini hafifçe araladı. Kara, fırtınaya rağmen gidiyordular bu şehirden. Eşyalar taşınıyor, kalbi erim erim eriyordu. Sessizce sevmişti onu. Mektuplar yazmış, karşılığını alamamış yine de sevmişti Yıldız’ı. O ve arkadaşları çok defa sokakta oynarken, Mete odasında kalmış, iç dünyasını günlüklerine dökmüştü. Küçük yaşta ayrılığın tüm acılarını tatmıştı. Canı gibi sevdiği Yıldız’ı gidiyordu şimdi.
     Yükünü alan kamyon hırladı, homurdandı ve sabahın ilk saatlerinde yola çıktı. Mete sadece elini sallayabildi giden aracın arkasından. Dizlerinin bağı çözüldü. Pencere kenarındaki kerevette yığılıp kaldı. Ağladı, ağladı.
     Sonrası mı?
     “Sevgiye Susamak” adlı anılarını yazdı. Onu unutamıyor, kamyonun gittiği günü aklından çıkaramıyordu.
     Şükrü’nün eşelediği mangal, kızardı. Mete ellerini közlerin üzerinde gezdirdi.
     - Gelecek, bir sabah vakti gelecek…
     - Kim?
     - Yıldız.
     Mete, onun geleceğine inanıyordu. Umutlarının birleştiği tek yol, ona gidiyordu; her dakika, her saat.
     Yıldız… Mete’nin kaderi.
     Yıldız, onu anlayan tek insan.
     - Hayır, dedi Şükrü. Mete seni asla kırmak istemem. Gidenlerden kim geriye döndü şimdiye kadar? Çoktan seni unutmuştur Yıldız. Bu yüzden de hiç gelmeyecek.
     Mete oturduğu yerden kalktı. Kızdığı, kırıldığı belliydi. Uzun süre ne yapması gerektiğini kestiremedi. Ayakta kalakaldı.
     Şükrü, bu konudaki inancını Mete’nin yüzüne vurmak istedi.
     - Gelecek… Ne saçma şey. Mektuplarına bile karşılık vermeyecek ve gelecek ha? Niye gelecek Mete, niye?
     - ?
     Mete susmakla yetindi. O da niye gelmeyeceğini bilmiyordu ki, ne diyebilsin?
     - “İnsan” dedi, “hayâl ettiği müddetçe yaşar!”
     - Ama senin anladığın biçimde mi Mete?
     Bıraksalar Mete ağlayacaktı. Genç yaşta yaşadığı acıların izleri, çizgi çizgi olmuştu yüzünde.
     - Gelecek. Yıllardır içimdeki sesin bana söylediği de bu. Fakat buna niye inanmıyorsun Şükrü? Bu ümitle yaşıyorum ben. Onu sevdim, hem de çok sevdim. Hâlâ seviyorum. Tanrı, sevenlere yardım eder.
     - Orası öyle. Dilerim sizin de yardımcınız olur Tanrı.
     Hayat, eninde sonunda Mete’ye de gülümseyecekti. Şimdilik acı tokatlarıyla Mete’yi olgunlaştırıyordu. Ona nerde, hangi yanlışları yaptığını göstermeye çalışıyordu.
     Mete, kamyonun gittiği günden sonra da okuluna devam etti. Hiç olmazsa liseyi bitirecekti. Daha sonrasına gücü asla yetmezdi. Çalışkandı ve öğretmenleri tarafından seviliyordu. Lise bitti.
     Mete, okuduğu şehirde kaldı. “Yeniaydın” gazetesi yayın yönetmeni oldu. Burada durmadan çalışıyor, umudunu asla yitirmiyordu. “Sevgiye Susamak” adlı anılarını bu gazetede yayınladı. Kitabını çıkardı. Halk sevdi ve tuttu bu kitabı.
     Karlı bir kış günüydü yine. İdarenin telefonu çaldı. Mete telefona uzandı.
     - Sevgiye Susamak mı?
     Başka sözler, sesler bekledi Mete. Fakat karşı taraf telefonunu kapatmıştı. Mete’nin yüzü pembeleşti. Telefondaki sesi tanımıştı. Şükrü de ziyaretine gelmişti o gün.
     Kalbinde sımsıcak duygular, damarlarında ayaklanan sıcak nehirler.
     - Gelecek, dedi Mete. Gelecek!
     - Hâlâ aynı durakta mısın Mete? Haydi, gelsin de görelim, dedi Şükrü.
     - Gelecek.
     Gazetenin önünde bir taksi durdu. Arabadan güzel bir genç kız indi. Sanki birilerini arar gibiydi. Elinde “Sevgiye Susamak” adlı bir kitabı tutuyordu.
     Kapıdakiler yol gösterdi, içeri girdi genç kız. İdarenin kapısını çaldı. Kendini saklamak için kenara çekildi, gizlendi. Mete’yi şaşırtmak istiyordu.
     Mete hızla kapıyı açtı. Doğrudan Şükrü’ye seslendi.
     - Geldi. Biliyor musun Yıldız geldi?
     Kapıda Yıldız yoktu. Neredeydi ki? Gelmese, kalbi böyle şenlik şarkılarına başlar mıydı?
     Çocuklardan birine seslendi:
     - Murat! Biri geldi mi buraya?
     Henüz Murat seslenmeden, beklediği gözüktü.
     - Geldi, geldim Mete!
     Oracıkta birbirlerine sarıldılar.
     İlktir Şükrü’nün gözleri yaşardı. Onları yalnız bırakmak istedi.
     Giderken mırıldandı;
     - “İnsan âlemde hayâl ettiği müddetçe yaşar.”
     Dışarıda kar yağıyordu yine. Sokakları baştan uca yeniden örtüyordu. Fırtına yine camlara vuruyordu.
     Şükrü’nün kulaklarında dinmez, sımsıcak sesler:
     - Geldin mi Yıldız?
     - Geldim, geldim!
     23 Haziran 2008

     Oyhan Hasan Bıldırki

Hiç yorum yok: