10 Mart 2009 Salı

BABAM

      Babam, çelimsiz yapısına rağmen, büyük hayallerin adamıydı. O, boyundan büyük olan bu hayallerini severdi. Onları zaman zaman bize anlatır, yeri gelince gerçekleştirmemizi tembihlerdi.
      Gülüp geçerdik.
      Sarı benzi kızarır, alnında öfke bulutları dolaşırdı.
      - Gülün! derdi, zaten başkalarının da yaptığı ne, gülmekten başka? Güldükçe, öldük! Fakat şunu bir türlü anlayamadık: Gülüp geçmek, bizim zavallılığımızdır! Boşluğumuzdur! Mantık yapımızda açılan bir büyük gediktir. Yook, gedik değil! Sanki yol geçen hanı… Düşman, bu gedikten girdikçe, canımızda, kanımızda, yerimizde, yurdumuzda hora tepmiş, kimin umurunda?
      Güneş yükselir, ortalık alev alev yanardı. Oturduğumuz çardakta bir dal bile kıpırdamazdı. Ağaçların yaprakları kavrulur, altlarında gölgelenen sığırlar, vınlayan sinekleri duydukça huylanırlardı. Danalar, ön ayaklarından birini kaldırır, boynuzlarını yere çevirir, derin derin solurlardı. İneklerin kuyrukları havada. Umulmadık bir seslenmede, kızılca kıyamet kopacak.
      Gülmeyi keserdik. Babam, uzun parmaklarını çıtlata çıtlata konuşmasını sürdürürdü. Küçük kardeşim sıkılır, testiyi omuzladığı gibi, yarıntının öbür yakasındaki kuyuya koşardı. Önce elini, yüzünü yıkar, serinlerdi. Dolu kovayı tepesine diker, kana kana içer, dudaklarının kuruluğunu giderirdi. Sonra dağarları doldururdu. Bu sırada, henüz çekirdeklerine ben düşmüş bir karpuzu kuyudan çeker, yumruğuyla parçalar, göbeğini yer, dudağında bin bir küfür, gerisini atardı. Kendi başına bir iş yapmanın sevincini yaşar, ıslık üstüne ıslık çalardı.
      Babam, sırtını çardağın direğinden ayırır, biraz öne çıkar, sağ elini alnına götürür, öylece ufka bakar, zamanın elverdiğini anlardı.
      - Yahu! derdi. Bu, senin kardeşin amma da mıççık, ha?
      Aldırmazdım.
      - Haklısın baba! derdim. Fakat Hatay’ı unutuyorsun. Onu topraklarımıza katanlar, gün olur, sırayı ötekilere de getirmezler mi?
      Babamın yüzünde gülücükler.
      - Çocuk! derdi, benimle oynama. O zaman başımızda “Gazi” vardı. Elbet Hatay’ı alacaktı.
      - Neden?
      - Çünkü, milletine söz vermişti. Verilen söz, yerine getirilmelidir. Yoksa büyüklüğün ne önemi kalır?
      Kardeşim ıslıklarını ikilerdi. Davranır, babamdan önce çardaktan inerdim. Hayvanların yanına doğrulur, birini önüme katar, diğerini yedeğimde çekerek, kuyu yoluna düşerdim. Bilirim, biraz sonra, arkam sıra, aynı düzende babam gelecek. Bütün hayvanlar sulanacak. Boşalan dağarları doldurmak için kardeşim, kovanın ipine yapışacak.
      Babam:
      - Ha, göreyim aslanım! diye, ona kuvvet verecekti.
      Kardeşim, ucunda kova bulunan ipe daha sıkı yapışacak, kuyudan çekip çıkaracaktı. Dağarlar dolacak, hayvanlar suya doyacaktı.
      Sonra, karaağaçların gölgesinde biraz bekleyeceğiz. Birimiz kazıkları hazırlayacak, birimiz de hayvanları bağlayacağız. Hazırda varsa, bağ-bostan içinden yolduğumuz otları, önlerine koyacağız. Yoksa biraz sap biçip vereceğiz.
      Tam bu sırada, kuyu başında serinleyen babam, göbeği alınmış çakır karpuzu görecek, kardeşime çıkışacak:
      - Ulan velet! Böyle giderse bostanın köküne kibrit suyu dökeceksin! Hadi hamdır, kelektir, olgundur anlamıyorsun. Bari “aga”na seslensen, dilin mi kırılır?
      Kardeşim yalnızca kıs kıs güler, babama karşılık vermezdi. Onun niye güldüğünü anlardım. Çünkü babam, nedense “ağa” demez, “aga” demekten hoşlanırdı. Bu söyleyiş, kardeşimin tuhafına gider, gülmesine, bana, kaş göz etmesine yol açardı.
      Babam anlar:
      - Hadi! Orda gülüp durmayın, serseriler! derdi.
      Günlerimiz “aslanlarım”larla, “serseriler”le, babamın büyük hayallerini dinlemekle geldi geçti. Biz ikimiz, hayvanlarımızın sayısını azalta azalta okuduk. Kendine göre babam, okumamış, okuyamamış olmaktan çok çekmişti. O, Gazi’nin açtırdığı halk mekteplerine azıcık devam etmiş, yarım yamalak bir şeyler öğrenebilmişti. Ben, kitap okuma zevkini ondan aldım. Daha çok kış geceleri, köyde ocak başında toplanır, gaz lambasının kör ışığı altında, evdekilere veya misafirlere, babamın, çerçiden aldığı kitapları okurdum. Ona göre, okuyanı, Allah da, kul da severmiş.
      Yalnız, nedense annem kızar, babama çıkışırdı.
      - Herif! Çocukların gözleri kör olacak. Bırak şunları kendi hallerine. Uyusunlar. Gündüzlerin suyu mu çıktı?
      - Elinin hamuruyla erkek işine karışma, kadın! Sen anlamazsın.
      - Öyle ya, biz neyi anladık şimdiye kadar?
      - Hadi, hadi!
      - Aman! Kelin görünecek.
      Anlardım. Tartışmanın sonu kötüleşecek. Araya girerdim. Ne şiş yanardı, ne kebap.
      - Uykum yok! Gelince yatarım, anne.
      Az sonra esner, odama geçerdim. Uyuyan kardeşlerimizin yanı başına kıvrılırdım. 
      Bir gün babam:
      - Aydın’da miting varmış. Gidelim mi? dedi.
      Hatırladım. Kıbrıs için bir miting yapılacaktı. Ben, okulun izci takımında olduğumdan, zaten görevliydim. Birlikte gittik. Aman ne kalabalık! İğne at, havada ara. Bütün yüzler ciddi mi ciddi. Herkes, konuşmacıları dinlemenin heyecanında. Genç, yaşlı, kadın, erkek bütün konuşmacılar, sonuçta aynı dilekte birleşiyorlardı:
      - Kıbrıs Türk’tür, Türk kalacaktır!
      O gün babamın keyfine diyecek yoktu. Çok mutlu olmuştu. Resmî ağızlar, onun hayallerini paylaşmakla kalmıyor, bütün bu dünyaya, tek bir ses halinde haykırıyorlardı.
      - Kıbrıs Türk’tür, Türk kalacaktır!
      Daha sonraları, bu anlayışta bir gevşeme, bir gerileme oldu. Yukarıdaki dilek değişti. Babam hırçınlaştı, üzüldü.
      - Ya taksim, ya ölüm!
      - Neyi taksim edeceksin? Kimin malını kime vereceksin? Boğulacaksan büyük denizde boğul. Taksim neymiş? diyordu babam.
      Aradan uzun yıllar geçti. Biz büyüdük, serpildik. Okuduk, adam olduk. İlk tayinim Karadeniz’in kıyısında bir kasabaya çıktı. Babam, beni oldukça etkilemiş olmalıydı. Öğrencilerime, onun hayallerini anlatmaya başladım. Bilmem anlatabildim mi? Ben konuştukça, bazıları gülümsüyor, bazıları donuk, âvâre gözlerle bana bakıyorlardı. Sonunda taksim de gerçekleşmedi. Bir Kıbrıs devleti kuruldu, dillere şenlik. Babam üzüldü, çöktü. Üstelik yaşlanmış, hastalanmıştı.
      Fakat her şeye rağmen hayallerinde ayak diretiyordu. Herkes keseri hem nalına, hem mıhına vururken, o, bir hüzün ikliminde yaşıyor, büyük hayallerinin deryasında kulaç atıyordu. Hissediyordum: Aklı kesse, elinden gelse, bazılarını derhal, bir kaşık suda boğacaktı. Çünkü gönlündeki ümit küpü boşalmıyor, devamlı dolu kalıyordu.
      - Göreceksiniz, diyordu, zaman beni haklı çıkaracak. Ama ne fayda?
      Yanılmamıştı. Öyle oldu. Gerçi Veysel, işi püf noktasından yakalamıştı ama, bu gerçek bazı kafalarda hiçbir iz bırakmamıştı.
      “Kim okurdu, kim yazardı?
      Bu düğümü kim çözerdi?
      Koyun kurt ile gezerdi,
      Fikir başka başk’olmasa.”
      Denizin ortasında bir küçük adada, aralarında binlerce çatışma sebebi bulunan Türk’lerle Rum’ların bir arada yaşaması, olacak şey miydi? Bu durum, eşyanın tabiatına bile aykırıydı. Güya kinler, düşmanlıklar küllenmiş, iki toplum arasında sarmaşıklar filizlenmişti. Bilirsiniz, sarmaşıklar çiçek açmış. Yalnız süs çiçeği olarak ömür tüketirler değil mi?
      Bir yaz başlangıcında babamı son defa görmüş, Karadeniz’in kıyısındaki görev yerime dönüyordum. Babam, ilk defadır, beni uğurlamaya bile geldi.
      - Akşama, dedim, kasabaya dönmek için araba bulamazsın!
      - Olsun! Yaya giderim.
      Baktım, gözlerinde hüznün gölgeleri var. Üstelemedim. İkimiz de uzun uzun birbirimize baktık. Araba, harekete hazırlandı. Muavin bağırdı:
      - İzmir, İstanbul yolcuları! Aşağıda kalmasın!
      Ellerini öptüm, kucaklaştık.
      - Umudum sende. Karına, torunuma selâmlarımı söyle.
      - Olur!
      Arabamız hareket etti. Yol boyu düşünceler yakamı bırakmadı. Sanki babam; “karın” derken, “torunum” derken, biraz daha büyüyordu. Karımı beğenirdi. Onunla çabucak anlaşabilmişti. Çünkü karımın eli, her işe yatkındı. Bostan çapalar, inek sağar, ekin yolar, harman bile döverdi. Üstelik okumuş, o da benim gibi öğretmen olmuştu. Besbelli babam, attığı tohumların tutmasını görmüş olmanın sevincini yaşıyordu. “Umudum sende.” derken de, anlatmak istediği buydu. İlk ocağı, sonrakiler takip ediyor, geleceğe de uzanmanın filizlerini yeşertiyordu.
      Yol uzadıkça, düşünceler birbirini kovaladı. Ölçtüm, biçtim. Kendi kendimle hesaplaştım. Bir noktada durdum: Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık. Üstesine yolun sonunda beni bekleyenler var.
      - Herhalde herkes böyle olmalı, diye söylendim. Kolayca çözülecek düğümleri, böyle duyguların rüzgârına kapıldığımızdan mıdır nedir, çözmekten çekiniyoruz. Hepimiz, ayakbağlarımızın esiri olmuşuz. Kaz gelecek yerden tavuğu esirgemişiz. Önce can demişiz, cânânı bir köşeye itivermişiz. Bazılarımız işi pişkinliğe vurdurmuş, her şeye karşı kayıtsız kalmış. Bazılarımız da  safdil, her şeye kanmış. Çözmek için hiçbir gayret göstermediği düğümlere hayal demiş, fakat hiçbir yerde denenmemiş hayallerin kucağına düşmüş. Kurtla kuzuyu yan yana gütmek istemiş. Yalancı dolmalara, yabancı doğmalara bel bağlamış. Ülkenin dört yanında tek tük görülmeye başlayan yabancı, cılız çiçeklere omuz vermiş, arka olmuşlar. Demek babam, yerden göğe kadar haklıymış. Zira, politika denilen ince sanatı bizde, hemen hiç kimse bilmiyordu. Hatta öğrenmek zahmetine de katlanmıyordu. Etrafımızda kısır, ufuksuz, paslı bir çember dönüp duruyordu.
      İstanbul’da bir başka araca aktarma yaptım. Gün boyu, kâh hüzün, kâh sevinç dalgaları arasında gide gele, görev yerime vardım. Kapıda beni, karım ve çocuğum karşıladı. Bütün gün, kandil gibi asılı olduğu küçücük kubbeyi inatla aydınlatan güneş, ansızın dal uçlarında kayboluverdi. Karanlık perde perde, her şeyi yuttu. Evlerin camlı pencerelerini soluk lamba ışıkları aydınlattı. Sanki çakan, beklenmedik bir anda yanıveren her ışık, hayatın devam ettiğine işaret taşları dikiyordu.
      Gece, uyuyamadım. El ayak çekilince, radyonun ibresiyle oynamaya başladım. Çalan radyo sesini kıstım, müzik dinledim. Sıkıldıkça istasyon değiştirdim. Nerdeyse sabah oluyordu. Artık bütün gece odamı aydınlatan lamba ışığı fersizleşmiş, içeriye belli belirsiz bir aydınlık sızmıştı. Tam bu sırada, bizim istasyonlardan birinde duyduğum bir sese kulak kesildim. Falan, filan yerlerde deniz ve hava sahaları, bütün gemi ve uçaklara kapatılmıştır, diyordu. Uykusuzluğun verdiği güçsüzlükle ağırlaşan gözkapaklarım hafifledi. Yatmaktan vazgeçtim. Kulağımı hiçbir şeyi kaçırmayayım diye, radyo hoparlörüne dayadım.
      Bir ses:
      - Allah de! diyordu.
      Bir başkası:
      - Ordumuz, bu sabah Kıbrıs’a başarılı bir çıkartma yaptı! diyordu.
      Daha bir başkası:
      - Milletimize hayırlı olsun diyordu.
      Konuşmalar bitti, marşlar başladı. Sanırım babam, şu saatte, şayet haber aldıysa, zil takıp oynamaya başlamıştır. Ben de, onun yapabileceklerini düşündüm, uyguladım. Hemen karımı ve çocuğumu kaldırdım. Komşulara seslendik. Ortalık hem aydınlandı, hem ayaklandı. Herkeste neşenin bini bir para. Bütün yüzler güleç, gönüller gururla dolu, yediden yetmişe “Sakarya”laşmışız.
      Halbuki babam, o sabahı görememiş. Bir önceki gecenin verdiği yorgunluktan olmalı, eve döner dönmez, yatağa serilmiş, ikide bir anama çıkışmış.
      - Kadın, ört beni! Üşüyorum.
      Anam seslenmiş:
      - Herif, sana ne oluyor? Ne üşümesi bu?
      - Uzatma! Yorganları ikile.
      - Çoktan ikiledim.
      - Üşüyorum.
      Babamın son işi, üşümek olmuş. Kapıları, pencereleri, hatta perdeleri sıkı sıkıya örttürmüş. Konu-komşu, dost-akraba toplanmış. Eve doktor çağrılmış. Doktor:
      - Allah bilir ya, demiş, ümit yok!
      Anam, çaresizliğinin verdiği hıncı gözyaşlarından almış. Bizim yokluğumuza yanmış, milletçe yaşadığımız büyük sevince katılamamış. Dilinin ucuna ne geldiyse, söylemiş.
      - Okuttuk. Kırlangıçlarımızı yuvadan uçurttuk. Okumuş adamdan zarar gelmez, diyordun. Öyle! İşte gördün, zarar gelmiyor, fakat faydaları ne ki? Allah gecinden versin, sana bir şey olsa, salına bile giremeyecekler, son yudum suyunu vermeyecekler.
      Babam, doğrulmuş. Üstündeki yorganları itmiş,
      - Ben ölecek adam mıyım? demiş.
      - Yoo, yoo!
      - Niye ikircikli konuşuyorsun?
      - Aklıma öyle geldi de.
      - Aklına öyle gelmiş! Varsın öyle olsun! Yalnız, ya ölürsem kadınım, Burunköy Tepesi’ndeki yeni mezarlığa gömün beni. Sakın haberim olmadan çocukları telaşlandırmayın. Tel mel çekeyim demeyin. Ben ölmem! Herkes yüreğini serin tutsun. Henüz hayallerimin ufkundayım.
      Son sözlerini söyledikten sonra, ebedî rüyasına dalmış. Çağrılan hoca, açık olan gözlerini kapatmış. Okumuş. Tam bu sırada komşular gürlemiş.
      - Ordu, Kıbrıs’a çıkmış!
      Babam, duymamış.
      Kardeşimle ben, ayrı yerlerde olmamıza rağmen, aynı anda, bize çekilen telgrafları alınca, yola çıkmışız. İzmir Garajı’nda buluştuk. Gerçeği, her ikimiz de birbirimizden sakladık. Arabamız köprüleri geçti, içim bir hoş oldu. Karşıda Burunköy çamlığı yemyeşildi. Tam zirvede üç eski mezar. Mezarlıktan dönen tanıdık insanlar. Arabadan indik. Anlamıştık. Doğruca mezarlığa yöneldik. Henüz suyu kurumamış olan mezarın başında durduk. Birer fatiha okuduk. Sonra, içimi kemiren duygularımı kardeşime fısıldadım.
      - Nedense hep tercihimizi yapmakta yanıldık. Yanlış ata oynadık. İkbâl peşinde koşanlarla ideal peşinde olanları ayırmak lazım, dedim.
      Döndük.

      Oyhan Hasan Bıldırki

Hiç yorum yok: