1 Kasım 2011 Salı

ALTIN ZAMANLARA DÜŞEN ŞARKI

  
     Duygularımızın baskınındayız şimdi.
     Hasretle kucakladık birbirimizi. Sıcaklığın sonsuz şiirim, gürül gürül bir pınar.
     “Zaman donsun!” diyorum yeniden.
     Tamamlıyorsun:
     “Bu ışıklar hiç sönmesin!”
     Sönmesini isteyen kim, her tanem? Sönmesini isteyen kim?..
     “Dur bakayım…” diyorsun. “O kağıttaki resimleri hatırlıyorum ben!”
     Yeniden şiirimin yazıldığı o kağıda bakıyoruz.
     “Onu bana gönderen sensin!”
     “Ama yazan sen!”
     “Kader, bozulmaz ki…”
     Dışarıda akşamın rengi, perdeyi aralıyoruz. Üst üste kondurulmuş evlerin pencerelerine vuran; ışık ışık yaşanan hayatlar… Şehrin zayıf, cılız, kör lambaları… Bütün lambaları kuşatan haleler. Tepede dolunay. Bizim dolunayımız. Demek ki o da, ikimizi unutmamış. Bizim bayramımızda görünmek istemiş. Gülücükler gönderiyor bize, umarsız, çıkarsız…
     Birbirimize göstermek için yarıştığımız dolunaya, dolunayımıza gülücükler gönderiyoruz biz de.
     Biliyor musun her tanem, bu akşam bu dolunay; kim bilir kaç resim düşecek aynasına? Daha sonraki günlerimizde “Merhaba! İyi akşamlar!” deyişlerinde, sana bana gösterecek, gösterecek…
     Ah ömrüm, ömrümün özeti.
     Biliyorum “Ah!” demeyi yasakladın bana.
     Sevinçleri tezatlarla da anlatmak olmaz mı her tanem?
     Hiç bitmesini istemediğimiz akşamın ufkundayız şimdi.
     Oda da bana okumak için öylece açıp bıraktığın, arasına kağıt sıkıştırılıp işaretlenmiş kapalı kitaplar…
     Masada yanmaya hazır mum! Kokulu mum…
     “Saat kaç?” diyorum.
     Kızmakla korumak arası;
     “Acıktın mı?” diye soruyorsun.
     Sıcaklığın sonsuz şiirim, gürül gürül bir pınar. Hasretle kucakladık birbirimizi.
     Duygularımızın baskınındayız şimdi.
     “Dur, etini keseyim! Bu bıçaklar da keskin değil...”
     “Böyle diyeceğini biliyordum.”
     “Şarabını da doldurdum bardağına!”
     “Efsane aşkımıza…”
     Gözlerimizde muhteşem akşamın izi. Kalbimiz alev alev. Yangınlardayız. Kanatlanmış uçuyoruz. Havalardayız. Kim dedi mevsimlerden sonbaharı sevmem diye? İkimizde şimdi ilkbahardayız.
     “Tatlı alır mıydınız?”
     Sesin sahibine dönüp bakıyoruz. Demek ki yalnız değilmişiz. “Şekerpare”de duruyoruz.
     Pastalarından söz ediyorsun. Çatalına taktığın şekerpareni bana uzatıyorsun.
     Birdenbire;
     “Ay, kedi sesi mi bu?” diye soruyorsun.
     Birlikte dinliyoruz. Çıkaramıyorum.
     “Biliyor musun?” diyorsun, “Bir keresinde ciğercinin kedisini sormuştum sana. Hiç bekletmeden, kimin olacak demiştin, mutlaka Orhan Veli’nindir! Gülüşmüştük. İlahi deli ozanım, benim!”
     Zaman dondu ya donmasına, bir yandan gece, en güzel şiirini yazıyor, aşağıda delleşen deniz, bizim hayatımızı, efsane aşkımızı mutlaka balıklara, umudunun peşinde koşuşturan balıkçılara, saman yolundaki parıldayan yıldızlara, gözlerini ikimizden ayırmayan dolunaya tekrar tekrar anlatıyordu.
     “Kahvenizi nasıl alırsınız?”
     Fırsatın ucunu yakalamıştım:
     “Falıma bakacak mısın?”
     “Falın yanında. Hem dur bakayım, çayı seversin sen. Seninki çay olsun!”
     Sonrası mı?
     342. oda. Çılgın deniz. İnadına parlak dolunay. Kokulu mum ışığı. Kulağa fısıldanan şiirler. Yağdıkça yağan sonsuz yağmur. Yalınayak, iliklerimize kadar ıslanmalar. Muhteşem şiirimiz!
     Şafak vaktinde, bu defa ikimiz birlikte, bizim güneşe “Merhaba!” demeler…
     Altın zamanlara düşmüş bu şarkıyı, asla unutamam bir tanem!
     Asla unutamam!

     Oyhan Hasan Bıldırki