21 Mart 2009 Cumartesi

GÖKLER HEP MAVİ DEĞİL

Söke'de Kar, Oyhan Hasan Bıldırki
      Mevsimlerden sonbahardı. Eylül yaprakları düşüyordu dallardan… Çiçekler daha bir alımlıydı ve gökyüzü her zaman mavi değildi.
      Eylül’de başka bir tat, yüreğimde başka bir burukluk vardı. Eylül yağmurlarına ne kaldı? Geldi gelecek ve geçip gidecek! Öyledir gerçekten, gelen kalır biraz, sonra da ama acı, ama tatlı, yığınla anılar bırakır geride. Anılarla yanmamak elimizde midir?
      Mevsimlerden sonbahardı onu tanıdığımda. Bir alımlı, bir çalımlıydı görmeli. Bir şeyler yapmak, ona yaklaşabilmek duygusu talan ederdi beni. Seviyordum onu. Bu, ateşle oynamaktı biraz ama insan hayâl ve ümitle yaşar.
      Günlerdir, gelip gittikçe onu görür, bir hoş olurum. Bilmem bu sır yaradılışımızda mı gizlidir? Oysa bizim orda ihtiyarlar:
      - Kavak yelleri esmeye görsün, derlerdi böyle günlerde.
      O günler anlamazdık. “Ferman padişahınsa, dağlar bizimdir.” der, sokak sokak koştururduk. Çelik çomak, zıpçıktı oynar, sarmaş dolaş, iç içe kaynaşırdık kızlı erkekli…
      - Kavak yeli mi? derdim usulca. Nedir o?
      - Essin de görürsün.
      - Görürsün ya!
      İşte, mevsim sonbahar! Çiftinde, çubuğunda herkes. Hafiften yağmur çiselese bile aldıran yok. Gelir, geçer. Bacalardan duman tüter, yükselir gökyüzüne. Tezek yanar bu havalarda… Karasabanın yardığı toprak bir hoş kokar, koyun-kuzu meleşir, çoban kavalını daha bir başka çalar.
      Hava soğudu, bozacak… Sökün başlar bağlardan, bahçelerden evlere. Kimi öküzünü yedekler, kimi Tanrı’ya şükreder, kimi habire çalışır, toprağı yarar. Bir inançtır bu, yağmur yağarken kaçılmaz, işlenen iş bırakılmaz. Öyle ya, Tanrı gücenir sonra. Yağmur başlar. Biri diğerine:
      - Hâlâ mı Hüseyin? Ko, gitsin be. Gençsin. Sonra sızlanırsın bu kış, kıyamet gününde! diye seslenir.
      - Haklısın emmi. Haklısın!
      Ve kağnılar, ıslak, nemli toprağı yara yara ilerler. Hava birden soğur, nefesler buğulanır. Hoş! Küçükler de kaçamak yapmaz değil hani? Uçlandıkları “kaçak”ları, derin derin içlerine çekerler. Haz duydukları, hoşlandıkları yüzlerinden belli. Bu arada, birbirlerine büyüklük taslarlar.
      Böyle kış günlerinde kahvelerde olsun, evlerde olsun ihtiyarlar, savaş hikâyeleri anlatırlar. Ocakta patlatılan mısır, bu sohbetlere renk katar. Kızlar işlerini, çevrelerini, yaşmaklarını işlerler nazlı nazlı. Henüz başlarında kavak yelleri esen gençler, Karacaoğlan’ı, Âşık Garip’i okurlar ve köyün çobanı da, dertli dertli kaval çalar. Koyunlar meleşir. Yağmurda yalınayak gezen, sular girip çıkan çocukların, şen, neşeli haykırışları duyulur. Bu haykırışlarda, bir vurdumduymazlık gizlidir. Ne hasta olmak düşüncesi, ne soğuk almak korkusu!
      Hani sonra yağmurlar diner. Yağmur sonu bir hoş kokar toprak. Ümitler yeniden tazelenir, güneş ışıdıkça ışır. Karşı dağlarda kar görülür. Ayaz çıksa da, yağmur sonu aldıran olmaz. Herkes kendi işine koyulur. Yine bir canlılık başlar. Karasaban, toprağı yarar, yeni yeni çiçekler fışkırır. Kuşlar, bir başka türküler tuttururlar:
      Hayat güzeldir
      N’olur yaşamaya bakın.
      Yıllar geçiyor diye
      Ürpermeyin sakın!
      Evet, hayat güzeldir! Hoş, güzel olsa da, olmasa da taşıyacağız bu yükü. Yılların geçip gitmesi umurumuzda mı sanki?
      Karasaban bir yarar toprağı, öküzleri haydahlayan çiftçinin yüzünde mutluluk okunur. Evlek evlek sürüp sürmelediği bu toprak, ilkbaharda yeşerecek, yeşerecek. Eğer Tanrı verirse, güz mahsulünü alacaklar, bu didinen, uğraşan insanlar!
      Bu havalarda göçmen kuşlar, yavaş yavaş kaybolur. İnsan bazen farkında olur, bazen de farkına varamaz bu göçün. Çünkü bu an, ya işinin başındadır, ya aylak aylak gezmektedir. Aylak gezmek hürlükten ileri gelse de, kişinin geleceğini düşünmemesi demek olmaz mı, bu?
      Bir yandan evlerde kadınlar, çekek çeker, bulgur yararlar, kuskus hazırlar, yufka yazar, tarhana kararlar, kışa hazırlık yaparlar. Nineler yün çorap veya kazak örerler, allı pullu!
      Artık, kışın yaklaşması korkutmaz kişileri. Karınca kararınca hazırlık yapılmıştır. Odunu olmayan tezek yapıştırır, hayvanı olmayan kırlara çıkar, tezek devşirir, çalı-çırpı taşır. Böylece yakacak ve kış yiyecekleri denklenmiş olur.
      Yavaş yavaş çekilir sonbahar. Gökler maviliğini kaybeder, toprak yeşillenir. Yağmur da olur, kar da olur gelen mevsimde. Ama devran döner, gelen geçip gider.
      Anadolu köylerinde hayat böyledir.
      Adam, yaz dönemi, alnının terini alır almaz, gökler kararır, maviliğini kaybeder, yağmur başlar, soğuk kuzey rüzgârları eser. Havanın kuru olduğu günler, adamın iliklerine iliklerine işler.
      O zaman iş, tezeğe, oduna, çalıya, çırpıya düşer. Halk ya bir kuytu yer arar, güneş gören yahut evinde ocağının başında halkalanır. Sebepsiz tasa başlar yüzlerde, yürekte bir burukluk duyulur. Karşı dağlara kar yağar. Gökler maviliğini kaybeder, ümitler bahara kalır. Bu mevsimde hareket kazanır tabiat! Sonbaharın son çiçekleri bir iştâhla açar, bir güzel olurlar. Ekinler yavaş yavaş fışkırır topraktan. Yazın kuruyan dağlar yeşerir, dereler çağlar, etraf bir hoş kokar. Sonbahar şölenidir bu! Anıları olsun, acıları olsun, ilkbahar şölenine kadar sürer.
      Şölen sonu en çok sevinen köylerin çobanlarıyla, kaygıdan uzak çocukları olur. Onlar, bu iki şöleni sevinçle bekler. Sonbahar şöleni çoban için, yemyeşil otlar, çimenler hazırlar. Koyunlar kuzular, kocabaş hayvanlar bayram eder. Hoş, çocuklar için, yalınayak, başı açık, yağan yağmurların altında veya yağmur sonraları, sulara girip çıkmak, koşuşmak, bağrışmak da bir bayram değil midir?
      Mevsim sonbahardı onu tanıdığımda. Rüzgâr bir başka eserdi o zaman, inan duygularımı alıp götürmezdi. Böylesine derbeder değildim. Oturup ağlamazdım günaşırı. Ümidim, umudum hepsi şuracıkta, bu köyde idi. Ama şimdi dağların ardında kaldı.
      Aylardan eylüldü… O, beni sever miydi, bilmem! Yalnız bir gülüşü vardı her sabah, her günaydın sonu. Beni, deli ederdi. Başımda bir yel eserdi. İhtiyarların “kavak yelleri” dedikleri yeldi, bu!
      Lodos çıkmıştır şimdi. Alır götürür duygularımı, karlı dağların ardına. Gökler, yavaş yavaş maviliğini kaybeder. Sonra bir yağmur başlar çisem çisem, ne duyguları kor, ne beni kor ıslamadık. Bizde buna ahmakıslatan derler. Bakarsın havada güneş vardır. Işık ışıktır etraf. Ama yağmur yağar. Zaman olur yaza kavuştuk der adam. Kış ortasında sıcak günler gelir çatar. Ardından verir veriştirir kuzey rüzgârları. Duygular sarar adamı yolda.
      - Ne o Halil, şehre gitmiyor musun?
      - Ben de onu soracaktım. Hani zamandır gazete bile okuyamadım.
      - Zaten nice zamandır gazete gelmiyor ki.
      - Niye o?
      - Yollar kapalı. Tutuklar yarılandan bu yana, Burunköy’ü görme, deniz olmuş. Sanki Menderes’le birleşmiş.
      - Biliyorum! Biliyorum!
      - Öyleyse?
      - Gazetenin gelmeyişiyle ilgisi ne? Bunu öğrenmek istiyorum.
      - İlgisi şu ki…
      - Ne ki?
      - Dur canım. Lâfı ortasından bölüp durma.
      - Böldüğümüz yok. Anlat hele.
      - Geçende diyordum ya, oluyor bir hafta. Gazete yüklü kayıkta, yaşlıca, fakat biraz korkak bir kadın da bulunuyormuş. Kayıkçının sırığına yapışmış, suyun en akkın yerinde. Ne yapsalar, nafile! Koyvermemiş bir türlü. Havada poyraz da varmış. Alabora olmuşlar. Kadını boğulmaktan güç belâ kurtarmışlar. Kayıkçının keyfi bozulmuş, yüreği yanmış. Şanına hâlel gelmiş. Gazeteciye olan borcu da, işe tuz biber ekmiş. Gazeteciyi bilirsin. Ters herifin birisi. Kara gözlüklerinin arkasında gizlemiş öfkesini. Anlamam demiş, zararım şu kadar. Öde!..
      - Eee, sonra?
      - Sonrasını biliyorsun. O günden sonra bucağa gazete mi geliyor?
      - Kayıkçı çalışmıyor mu, kayıkçı?
      - Çalışmıyormuş!
      - Şehre gitmek istiyorum. O yüzden sormuştum sana biraz önce. Okullar açıldı ya! Biliyorsun, bizimkiyle ancak böyle buluşabiliyoruz. Gidelim. Bana arkadaşlık et, olur mu?
      - Olur. Gidelim!
      İki yeni yetme, tuttuk birer cigara yaktık. Dumanı göğe savurmuş olmanın zevkini tattık. O gün, umudun en yeşilini yaşadım. Halil’le birlikte, bir bahane uydurup, evdekilerden izin alacak, şehre gidecektik. O, şarabı çok severdi. Şehrin ucuz meyhanelerinden birinde demlenecekti. Bense, sevdiğimle buluşacak, hasret giderecek, geleceğimizi konuşacaktım.
      Her şey, kararlaştırdığımız gibi oldu.
      İri yarı, kara yağız kayıkçı, karşıya geçecekleri dikkatlice süzdü. Besbelli, adam seçiyordu. Seçtiği yolcuların arasına bizi de koymuştu. Hâlbuki sular biraz azalmış, bana göre korkulacak bir durum yoktu. Yerlerimizi aldık. Yol aldıkça, iki yana dizili evlerin duvarlarında, boşanan suların bıraktığı izleri gördük. Aşağı yukarı su, bir metreye yakın düşmüştü. Karşıda şehre giden, bunca akkına rağmen ayakta kalabilen yol görünmüştü. Pırıl pırıl bir güneş! Sıra sıra dolmuşlar…
      Gözüm kararır gibi oldu. Halil’le birlikte üç beş kişinin ayağa kalktığını görür gibi oldum. Kara yağız kayıkçının sırığı çatırdadı. Kayığın dengesi bozuldu. Bağırmalar, çağırmalar. Gerisini hatırlamıyorum.
      Gözlerimi açtığım zaman, iki kolumun da sargılar içinde olduğunu gördüm. Sonradan öğrendim. Uzun zaman komada kalmışım. Sargılar bugün açılacakmış, yolun setine hızla çarpan kayıkla set arasında kalmış kollarım. Birkaç basit sıyrık varmış. Hepsi o kadar!
      Hemşire Hanım’ın gözlerinde acabalı bakışlar? Yüreğimde kıvrım kıvrım uzayıp giden sorular var. O’na, günaydınlı buluşmalarda mutluluğumuzu paylaştığımız sevdiğime, bu durumda nasıl çıkacaktım? Sargılarım, dikkatlice çözüldü. Ellerimi tanıyamadım. Yüreğimde tarifsiz acılarla ilâç kokusu dolu koridorları geride bıraktım.
      Hemen köyüme dönmeyi düşündüysem de, gönlümdeki umudu bastıramadım. Ayaklarım, beni okula götürdü. Herhalde teneffüs saati miydi, ne? Okul bahçesi cıvıl cıvıl seslerle inliyordu. Girişle ilgili işlemleri çabucak bitirdim. Tanıdık yüzlerle selamlaştım. Meral’i gördüm bir köşede. Umutsuz bir bekleyiş içinde olmalıydı ki, ilkten beni gördüğüne inanamadı. Ellerime sarıldı, irkilir gibi oldu.
      - Ne oldu? Söyler misin? dedi.
      - Önemi yok!
      - Hiç önemi olmaz mı?
      - Olur mu?
      - Olur ya! Seni, ben ellerinin güzelliği için sevmiştim. Anlıyor musun bunu? O, güzelim parmaklarına ne olmuş öyle?
      - Ciddi misin?
      - Elbette.
      Yüreğimde umutlarım dondu. Meral, içinden geldiği gibi konuşuyordu. Bunu biliyordum. Demek, ellerim yüzünden sevgisini kaybedecektim. Bu duruma kolayca boyun eğmemeliydim.
      Ders ziliyle birlikte içeri giren Meral, bana hiçbir şey söylemedi. Besbelli, bu buluşmamız onu üzmüştü.
      Omuzlarımda bir ağırlık. Ellerimi ilk defa ceplerime sokarak okuldan ayrıldım. Yolda, bir yandan duygu, bir yandan da düşünce sellerine kapıldım. Çırpındım. Kurtuluş çareleri aradım.
      Bulmuştum.
      Buluşum, beni etkiledi. Sürükleyip gitti, kaderimin akkınına! Anacığımın, kardeşlerimin, zavallı babacığımın “dur!” diyen hayâllerine aldırmadım. Açık bulduğum ilk kapıdan içeriye daldım. Yoluma kimsecikler çıkmadı. Bir odanın kapısı gıcırdadı. Açılan kapıdan içeriye bir genç kadın süzüldü. Ağlayan yavrusunun sesine koştu.
      Heyecanlı, fakat korkusuzdum. Derhal mutfağa geçtim. Parlayan bir bıçak, ilgimi çekti. Aldım. Her şeyimle körleştiğimi hissetmeye başladıysam da, aldırmadım. Bıçak elimde, öteyi beriyi dolaştım. Yükte hafif, pahada ağır bir şey arıyordum. Bulamadım.
      Az sonra, duyduğum ninni sesine doğru gittim. Genç anne, odaya girdiğimin farkında bile olmadı. Hareketlerini kolladım. Kollarını dolduran bileziklerini gördüm. Sevindim. Onlardan bir kısmına sahip olmakla, ellerimin çaresine bakabileceğimi düşündüm. Güzellikle veya zorla, bileziklerden birkaçını alır, çeker gider, izimi kaybettirirdim. Sonra da bir estetikçiye görünürdüm. Ellerimin ağırlığını giderir, Meral’in sevgisini yeniden kazanırdım.
      İşini bitiren, yavrusunu sarıp sarmalayan genç anne doğruldu, geri döndü. Dönmesiyle beni görmesi, donması bir oldu.
      - Ay!.. diye haykırdı.
      Bıçakla tehdit ettim. Konuşmasına fırsat vermedim.
      - Beni dinle, bacım! dedim. Olanı biteni bir solukta anlattım ona. Bileziklerinden birkaçını istedim. Vermezse, çocuğuna kıyabileceğimi söyledim.
      Direnmedi. Kolundan sıyırdığı bilezikleri uzattı.
      - Al! dedi.
      Umudun en yeşiline uzattım ellerimi. Bileziklerin sıcaklığını duydum avuçlarımda. Meral’i düşündüm. O’nun için nelere katlandığımı haykırmak istedim. Vazgeçtim.
      Ellerimde bıçak, geriye döndüm. Odadan çıkıp, tabana kuvvet kaçacaktım. Tam bu sırada kapı zili acı acı öttü. Bütün vücudumdan sıcak terler boşandı. Genç anneye mi sığınmalıydım, ne? Kararsız bir şekilde koridora çıktım. Açık pencereden olanca gücümle bahçeye attım kendimi. Genç annenin ilk defa bağırdığını duydum.
      - Ne olur, tutun, kaçmasın! Soyulduk!
      Bu çığlığa, yeni sesler eklendi. Arkamda koşuşanlar arttı.
      - İkinci dönemeci dönebilsem! diye düşündüm. Kurtuluş orda!
      Dönemeci dönmemle, kuvvetli bir elin, kolumdan tuttuğunu, beni yere çaldığını gördüm. Dengemi kaybetmiştim. Acemice tuttuğum bıçağın kurbanı olabilirdim. Koşuşanlar yetiştiler. Kalabalık bir meraklı halkasının ortasında kalakaldım.
      İnkâr, faydasız bir çıkış olacaktı. Her şey, açık seçik biliniyordu. Hakkımda yapılacak işlemler hızla sürdü. Ne olduğumu anlayamadan, kalın parmaklıklı, dar, karanlık pencereleri olan bir dünyada buldum kendimi. Mavi gökler, umut dolu yeşiller, hepsi, her şey gerilerde kaldı. Ne Meral, ne Halil? Arayıp soranım da olmadı.
      Bir ziyaret günüydü. İçimde sıkıntılar… Tel örgülü avluda volta attıkça, sıkıntılarım çoğalıyor, dolaşan yumak bir türlü açılmak bilmiyor.
      Gardiyanın sesine kulak kabarttım. Beni çağırdı.
      Gittim.
      Heyecanlıydım!
      Anamı gördüm. Ağlıyordu.
      Bir şeyler söylemek istiyor. Fakat sözleri, belki katı bir lokma gibi, boğazında kalıyordu.
      Baktı. Baktı!
      Ne diyebilirdi?
      - Yazıklar olsun! dedi.
      - Yazıklar olsun!

      Oyhan Hasan Bıldırki  

Hiç yorum yok: