23 Kasım 2008 Pazar

GÜNLERİ ÖLDÜRMEK



Bafa'da kaleler
Bafa Gölü

      Kağıtları yaptırınca sevindim. Sevinecek ne var bunda, diyeceksiniz. Belki haklısınız… Ama ben, yine de sevindiğimi söylemeden geçemeyeceğim. Bir kasaba okulunda görevliyim. Dönem sonu olduğundan okullar tatile girdi. Hemen tatil başlangıcında, annemin şikâyetleri artınca, daha üç beş gün öncesine kadar sevimli gürültülerin dinmek bilmediği okul bahçesine girdim. Yanlış mı geldim diye irkildim. O gürültüler bitmiş, bahçede in cin top oynuyordu.
      Ardına kadar açık olan bina kapısından içeriye daldım. Ne idareciler, ne kâtipler var. Koydunsa, ara ki bulasın. Derinlemesine uzanan koridorun bitiminde, bir sandalyeye ters oturan emektâr Şakir Efendi’yi gördüm. Yanında gençten birisi vardı. Kördüğüm haline getirilmiş ipin uçlarını gencin eline tutuşturdu.
      - Asıl bakalım! dedi.
      Genç, ipin iki ucunu kuvvetle sağa sola çekti. Kördüğüm olmuş ip çözülüverdi.
      - Hayret! dedi genç. Nasıl oluyor da hiçbir yerinden düğümlenmiyor?
      Yanlarına yaklaştığımı sezen Şakir Efendi, hiç istifini bozmadı. Gevrek gevrek gülümseyerek, ağzındaki tek altın dişini gösterdi.
      - Hocam bilir.
      Yapılan işin büyüsüne kapılan genç sordu:
      - Öyle mi?
      - Öyle, öyle! diyerek soruyu geçiştirdim.
      Şakir Efendi’ye döndüm.
      - Kimse yok mu?
      - Biraz evvel çıktılar. Çarşıda görmedin mi, hocam?
      O gün, yelkenleri fora edip geri dönmüştüm.
      Şimdi, sevincimi anladınız umarım.
      Kâğıtlar elimde, ardına kadar açık olan ve gözetim altında bulundurulmayan kapıdan dışarı çıktım. Hava kararmış, nerdeyse yağmur bastıracak. Yanımda şemsiyem de yok. Pergelleri açmalı, mesai bitmeden Hükümet Tabibi’ne yetişmeliydim.
      Karşı dağlara baktım. Havanın kararmasıyla ortaya çıkıveren gerçek yeşili gördüm, çimenler, uçsuz bucaksız yeşil bir halıya dönmüşler. Yeşil derken, halı derken yakamı çeşit çeşit duygu sellerine kaptırmıştım. Kasabanın girişini şereflendiren taklarda yer alan, “..’a hoş geldiniz” yazısındaki yanlışlık, dikkatimi çekti. Yakamı, duygu sellerinin baskınından çekip aldı. Okulun hemen her yerinden, çıplak gözle, rahat bir biçimde okunan, yazım hatalarını taşıyan bir takı, gelip, tam okulun karşısına dikmiş olmanın kazandıracağı şerefi düşünmeden yapamadım.
      Yağmur ha bastırdı, ha bastıracak!
      Acele edişim yüzünden, dostlarla selamlaşmayı bir yana bıraktım. Tavanında asılı tek, fakat kuvvetli bir ışığın aydınlattığı tabiplik salonunda buldum kendimi. Salon, alabildiğine boştu. Sağlık memurlarının bulunduğu odaya geçtim. Bir memur, masasının üzerine sermiş olduğu gazetesini korkusuzca okuyordu. Doktoru sordum.
      - Yok!
      - Nerede?
      - İzmir’e gitti. Gelir mi acaba?
      Sağlık memuru, ince, kara bıyıklarını oynata oynata gülümsedi.
      - Bugün gelmez artık. Fakat yarın, belki…
      İlktir, sevincim kursağımda kaldı. Sağlık memuru ne kadar da rahat; “Yarın, belki…” diyordu. Hâlbuki benim, beklemeye zamanım yoktu. Yarından sonra hafta sonu tatiline girecektik. Hemen arkasından da okullar açılacaktı.
      İçimde bin bir “acaba?”larla dışarı çıktım. Hızlılaşmaya başlayan yağmur, aklımı başıma getirdi. Eve gidip şemsiyemi aldım. Yeniden okulun yolunu tuttum. “Belki…” diyordum, “İlçe tabipliğine sevk yaptırabilirim.”
      Görevliler, okula ikinci gelişimden irkildiler. Çünkü işi gücü bir yana bırakmışlar, spor salonu olarak kullanılan, basık tavanlı fakat oldukça geniş ve aydınlık olan alt salonda karşılıklı geçmişler, pingpong oynuyorlardı. Memur Adnan’ı çağırttım. Geldi. Alnında vıcık vıcık terler, burnundan soluyordu.
      - Ne var?
      - Doktor yokmuş!
      - İzinli mi acaba?
      - Bilmem. İzmir’e gitmiş. Yarın da gelip gelmeyeceği şüpheli.
      Saçlarına düşen akları uzaktan bile görülebilen, kısa boylu, bıyıksız fakat oldukça şişman olan memur Adnan, yarım bıraktığı oyununa dönmenin sıkıntısını yaşıyordu. Bir şey demesem, çekip gidecekti besbelli.
      - İlçeye sevk ettirsem, olmaz mı?
      Alnında biriken terleri, elinin tersiyle kuruladı.
      - Baksana, doktor izinli değilmiş. Böyle durumlarda, sevki ilçeye yaptığımızda, her iki taraftan da bize kızıyorlar.
      - Bekleyelim öyleyse…
      Bu sözümü büyük bir özlemle bekleyen memur Adnan, elindeki raketi sallaya sallaya, evire çevire spor salonuna dönüverdi.
      Üzüldüm.
      Yağmur, toprağın tozunu ıslatmakla yetinmişti. Yıkanan asfalt, siyah rengini daha da açığa çıkarmıştı. Kahvede, çamurlanan paçalarımın kuruyan tozunu silkeledim. Amaçsız, günlük gazeteleri karıştırmaya başladım. Onları okumuyor, öfkemden olsa gerek, bakıp geçmekle yetindiğim resimlerinin bile neye, kime ait olduğunu düşünmüyordum.
      Bu sırada getirilen çayı yudumlamış, belki de biraz sakinleşmiştim. Kirli, buğulu camdan dışarıya baktım. Yağmur, temelli dinmişti.
      - Şansımı bir kere daha denemeliyim, diye söylendim.
      Yanılmışım.
      Doktor, yine yoktu.
      Sabahı beklemekten başka çarem var mıydı?
      Eve döndüm.
      Oturma odası tıka basa dolu. Annemin rahatsızlığını duyan konu komşu gelmiş. Beni görünce toparlanıp, kalkıp gitmek istediler.
      Karım sordu:
      - Ne oldu?
      - Hiiç! dedim. Koca bir günü öldürdüm.
      Okula giden kızım atıldı.
      - Gün, öldürülür mü hiç?
      Soruyu duymazdan geldim. Daha doğrusu, kızımın bu meraklı sorusu, komşuların ayaklanıvermesiyle aynı zamana denk düştüğü için, arada kaynayıp gitti.
      Ertesi gün doktor gelmişti. Hemen sevki yaptırdım. Acele ilin yolunu tuttuk. Soluğu, doğruca Devlet Hastanesi’nde aldık. Poliklinik tıka basa doluydu. Körpesinden yaşlısına kadar, hastası, hasta olmayanı kanepelere balık istifi kurulmuşlar, sonu görülmeyen bir bekleyişin sancısını çekiyorlardı. El kadar açık bulunan bir kanepenin yanında durduk. Anneme:
      - Otur istersen! dedim.
      O, istemez, boş ver anlamında elini salladı.
      - Hadi, hadi! dedi.
      Kanepedekiler, oturulacak yeri genişlettiler. Annem de kanepeye yerleşti. Bazı servisler açıldı.  Hemşireler kâğıtları kabul etmeye, hastaları çağırmaya başladılar. Koridor, ilâç kokularıyla boğuldu.
      Başhekim’e çıktım. Kâğıtları aldı. Sağlık karnesini istedi. Verdim. Göz Servisi’ne gideceğimizi söyledi. Kâğıtları geri uzatırken;
      - Doktor izinli! dedi. İzini bugün bitiyor. Belki yarın gelir. O zaman gelseniz olmaz mı?
      Başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Yine de uzatılan kâğıtları alırken, teşekkür etmeden yapamadım. Annemin gözlerinde soran bakışlar…
      - Doktor yokmuş!
      Bu haber, klinikte bir bomba gibi patladı.
      - Doktor yokmuş!
      - Bizim iş yattı desene…
      - Yattı, yattı.
      Poliklinikten kaçarcasına çıktık. Aynı işi gören bir özel doktorun adresini almıştım. Aradık, bulduk. Muayenehane kapısında işini bilen, ağzından bal akan, güler yüzlü bir hemşire tarafından karşılandık. Burası da hayli kalabalıktı. Beklemeden sordum;
      - Doktoru görebilir miyim?
      Hasta kabul odasından çıkan Doktor Hanım, alıcı gözüyle beni süzdü. Besbelli bir şeye benzetemedi. Yürüyüp gidecek oldu. Vazgeçti, durdu.
      - Ne var?
      - Bir şey danışacaktım da!
      - Danışın!
      - Özel olarak konuşabilir miyim?
      - Elbette!
      Doktor Hanım önde, arkası sıra ben ve annem, hasta kabul odasına geçtik. Durumu anlattım, masrafın ne kadar tutacağını sordum.
      - Tek fiyat olsun mu?
      - Olsun!
      - On yedi bin beş yüz olur.
      Fakat bu defa ben, “olur” diyemedim. Yaptığımız iş ve aldığımız maaş belli. Bu, beklenmedik masrafı karşılamam mümkün değil. Böyle apansız bir zamanda, mütevazı bütçemin delinivermesi, soframızın tıraşlanması demek olmaz mı?
      Annem, içinde bulunduğum durumu anlamış olmalı.
      - Hadi, çıkalım oğlum! dedi.
      Çıktık.
      Yeniden yollara düştük. Ezberlemeye başladığımız yollarda gide gele mekik dokuduk.
      Okullar açıldı. Beni bir telaştır sardı. “Acaba izin alabilecek miyim?” Denedim, izin aldım.
      Hastane, bugün dünden daha kalabalıktı. Bereket, “Göz Servisi”nin kapısı açıktı. Demek ki doktor, izinden dönmüş. Hemen bütün servislerin önünde uzayan kuyruklar. Heyetçiler, şoför adayları, öğrenciler, askerler, hastalar…
      Doktor, koridoru dolduranları yara yara, diğer servislerin önündeki kuyrukları böle böle kendi servisine girdi. Doktorun gelmesiyle birlikte en uzun kuyruk, bu serviste ortaya çıktı. Bir ölüm sessizliğini yaşamaya başladık.
      Gençten biri, dayanamadı, patladı.
      - Daha ne kadar bekleyeceğiz?
      Homurtular arttı. Kapıda beliren doktorun yüzünde öfke bin parça. Sanki burnundan kan damlıyor.
      - Önce askerler gelsin, dedi.
      Kuyruğun en önündeki sordu.
      - Ne demek askerler? Sıra bizim değil mi?
      Sesler yükseldi.
      - Bu kaçıncı gündür gelip döndüğümüz?
      - Haksızlık yapma.
      - Sıra yok mu, sıra?
      - Seni şikâyet edeceğim!
      Doktor, içeri girdi. Kapıyı sertçe kapadı. Sesler, sesleri kovaladı.
      - Seni şikâyet edeceğiz!
      - Seni şikâyet edeceğiz! 
      Beklenmedik bir anda, servis kapısı büyük bir gürültüyle ardına kadar açıldı. Yükselen, ama kimsenin ilgisini çekmeyen sesler, birdenbire kesildi, söndü.
      Doktor:
      - Geçende de, dedi, beni şikâyet etmişsiniz. Varın, yine öyle yapın! Bildiğinizi okuyun. Dilediğiniz yere başvurun.
      Kimsede ses yok.
      Benim yüreğimde bir günü daha öldürmüş olmanın sancısı. Dokunsan, hüngür hüngür ağlayacak halde olan annem! Üzgün hastalar, sabırsız heyetçiler…
      Doktor bütün bunları yok saydı. Hiçbirimize aldırmadı. Çekti, gitti.
      - Yapacak bir şeyimiz yoktu.
      Annem:
      - Bu dert beni öldürmez! Bırak, gidelim, dedi.
      Onu duymuyor, tepkimi sergileyecek bir şey yapabilmenin heyecanını yaşıyordum.
      Birden aklıma kâğıt geldi.
      Faydasız kâğıtlar!
      Öfkeyle kâğıtları yırttım.
      - Yapma oğlum! diyen anneme aldırmadım. Onları, açık kapıdan içeri attım.
      Ferahlamıştım.
      Şubat 1982

      Oyhan Hasan Bıldırki  

Hiç yorum yok: