20 Nisan 2008 Pazar

SOPA GÜLÜ


     

      Kahvenin önünde oturmuş, dereden tepeden konuşuyorduk. Arada sırada okey taşlarının veya tavla zarlarının çıkardığı seslere kulak kabartıyorduk. Ben, taş ve zar sesine kendimi daha çok kaptırmış olmalıydım ki arkadaşım, bundan memnun değildi.
      - Sana, dedi, ilk gençlik hikâyelerimden birini anlatayım. Umarım sevecek, zevk alacaksın!
      Ne yapabilirdim?
      - Anlat! dedim.
      Başladı.
      - Heyecan, üç beş gün önceden bastırdı yakamı. Bir şeye tutulmak, güzel olmalı değil mi?
      Aldırmadım. Sorusunu cevapsız bıraktım.
      - Bak, dedi, dinlemeyeceksen, bırakayım!
      - Yoo, yoo! Anlat.
      - Heyecan, demiştim değil mi? Öyle ya! Heyecan… Bu duygu yalnız bende mi vardı? Hayır! Bütün şehirliyi kollarına almış, bayrak olmuş, sokaklarda, caddelerde dalgalanmıştı. Herkes gibi biz de stadyumları dolduracak. Var gücümüzle bağırıp çağıracaktık. Aslında kıt kanaat yeten cep harçlıklarımızı bir araya getirdik. Boğazımızdan kıstık, hafta sonundaki büyük maça gitmeye karar verdik.
      Uykusuz geçirilen bir gecenin sabahında, henüz güneş doğmadan, gişe önündeki kuyruğa son halka olarak karıştım. Gişe açık mı diyorsun, ne gezer? Sabah ayazı iliklerime vurdukça, ağırlaşan gözkapaklarım hafifledi. Güneşin pembe ışıkları, stat duvarlarına vurdu. Sağa sola giden yolcu arabaları, arada bir, kuyruktakileri böldü, itişmeler, kakışmalar oldu. Bazı açıkgözler türedi. Tıkır tıkır işleyen kuyruk düzenini bozdular.
      Güneş, yükseldikçe yaktı. Buna rağmen kalabalık arttı. Nihayet gişe açıldı. O da ne? Kuyrukta bir dalgalanma, bir bozulma, arkadan öne doğru itmeler. Küfre benzeyen bağırışlar… Meğer ikinci gişe açılmış. Bizim gişe duvar gibi sessiz.
      Denizden gelen serinlik olmasa, patlayacağım. Az sonra bizim gişe de açıldı. Bir dalgalanma daha. Herkes, öne doğru atılıyor, ama hiçbir ilerleme görülmüyordu. Yürekte heyecan, serde “kaf kaf” aşkı var. Bir kere kuyruğa ek olmuşuz, çıkıp gitmek ne kelime? Hoş, zaten çıkmayı kim istiyor? Üç beş kuruşu zor bir araya getirebildiğimizden olsa gerek, karaborsacılardan utanıyorum. Onlar yaklaştıkça, eriyorum.
      Nerdeyse maç başlayacak. Henüz daha gişeye sokulamadım bile. Yavaş yavaş terlemeye başladım. Gömleğim sırtıma yapışıyor. Kaşlarımdan gözlerime doğru, tuzlu bir yağmurdur yağıyor. Ortalıkta bizimkiler de yok! Vaktinde gelseler, bir de onları beklemesek diyorum. Tam bu sırada gişe önüne gelmişim. Biletleri aldım, bizim kurnazları gördüm. Hemen yanı başımda bitivermiştiler. Herkese biletini verdim. Giriş turnikesine doğru koştuk. İkinci kuyruk azabını orada da yaşamaya başladık.
      İçeriden yükselen sesler dışarıya vuruyor, yer gök inliyordu.
      - Cim bom, bom!
      - Kaf, kaf, kaf!
      - Cim bom, bom! Kaf, kaf, kaf!
      O zaman da, böyle şişmandım. Önümdeki turnikede en az benim kadar iri, üstelik bir buçuk boyumda bir polis duruyor, elindeki copunu sağa sola sallıyor. Arkadan gelen kuvvetli bir itme sonucu, polisle karşı karşıya kalıyorum. Bu arada coptan da nasibimi alıyorum. Bu hal, üç beş defa tekrarlandı. Omuzlarım yanmaya, kaşım gözüm şişmeye başladı. Fırsat kolladım, son itmeyi ben başlattım. Kurulu bir ok gibi ileri fırladım. Bu ani çıkışı beklemeyen polis, giriş kapısıyla birlikte yere yıkıldı. İçeriye doğru saatlerce süren bir akındır başladı.
      Polise ne oldu, bilmiyorum.
      Maç başladı.
      Ben sağımı solumu, omuz başlarımı yokluyorum. Duyduğum sızılardan olmalı, tuttuğum “kaf kaf”ları bile, doğru dürüst seçemiyorum. Omzuma bir el dokundu. Dönüp baktım. İyi giyimli, şişmanca, kibar, güleç yüzlü bir adam.
      - Hemşerim, dedi kim kazanacak dersin?
      - Kaf kaflar!
      - Ya!
      - Sence?
      - Cim bomlar!
      İkinci bir adam daha belirdi. Onun da ilkinden pek farkı yoktu. Besbelli av peşindeydiler. Soyulacak tavuk, yolunacak kaz arıyorlardı.
      Birincisi:
      - Bak hemşerim, dedi, ben cim bomlar kazanacak diyorum. Bu beyefendiye, işte, yüz lira veriyorum. İkinci yüzlüğü de çık sen! Kazanan ikisini alsın.
      - Pışt! dedim. Ben de aldanacak göz var mı? Zaten renk aşkına sağım solum yaralı. Beni keriz mi sandınız?
      İkincisi, kıs kıs güldü. Birincisi;
      - Özür dilerim, beyim! dedi.
      Çekip gittiler.
      Arkadaşım sustu. Okey masasındakiler ayaklandılar. Birer ikişer içeriye girdiler. Kendilerini televizyona verdiler.
      - Heyecan ne oldu, heyecan? dedim.
      - Amma yaptın, ha? Zaten her tarafım yanıyor. Sağım solum sızlıyor. Böyle bir zamanda insanda heyecan mı kalır?
      Televizyonda Kamerun-Peru maçı var. Seyredilmeye değer. Kalktık, içeri girdik. Arkadaşıma takıldım.
      - Beyefendi, dedim, ben Kamerun diyorum. İşte yüzlük! Bak, Nuri’ye veriyorum. İkincisini sen çık! Kazanan alır!
      - Gidi, sopa gülü seni!
      Gülüştük.
      Maç başladı.

      Oyhan Hasan Bıldırki 

Hiç yorum yok: